Genç yönetmen Xavier Dolan anlatıyor
İlk filmi “Annemi Öldürdüm” (J’ai tué ma mère) 2009 yılında Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı gösterildiğinde 19 yaşındaydı Xavier Dolan. Sonraki iki filmi de Hayali Aşklar (Les amours imaginaires , 2010) ve Laurence Anyways (2012) aynı yolu izleyerek seyirciyle buluştu
Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde izleyeceğimiz dördüncü filmi “Tom Çiftlikte” (Tom à la Ferme, 2013) ise A sınıfı bir festivalin yarışmasına seçilen ilk filmi. İlk gösterimini geçtiğimiz yıl Venedik’te yapan film, hayatını kaybeden erkek arkadaşının ailesinin sırlar ve yalanlarla dolu dünyasına giren genç bir adamın hikâyesini anlatan, gerçek anlamda tuhaf bir film. Festival kapsamında bir söyleşide bulunan Xavier Dolan’ın sözleri de en az filmi kadar ilginç.
Tom Çiftlikte, Michel Marc Bouchard’ın yazdığı bir tiyatro oyununa dayanıyor. Bu oyun neden ilginizi çekti?
Mesele oyunda ne olduğu değil ne olmadığıydı. Oyun çok komik ve sahnede ilk gördüğüm zaman o tonda bir şey istemediğimden emindim fakat perdede nasıl görünmesini istediğimi de kolayca gözümde canlandırabiliyordum. Bir sürü olanak sunduğunu düşündüm. Yapmak istediğim sert yanını, şiddetini, vahşetini, tuhaflığını vurgulamak, bütün bu unsurları güçlendirmek ve böylece büyük boyutlu bir gerilim yaratmaktı.
Bu film, sinema kariyerinizde ne derece farklı bir yönelimi temsil ediyor?
Başka bir yaklaşımı, başka bir janrı araştırmak istedim. Bu film, hepsi de imkânsız aşk temasına bağlanan önceki filmlerimin abartılı romantizminden çok uzak. Tom Çiftlikte daha ziyade bir psikolojik gerilim ve aynı zamanda yas üzerine bir hikâye ama her şeyden önce sahtekârlıklarla, yalanlarla, oynadığımız rollerle, birbirimizi ya da kendimizi tatsız gerçeklerden korumak için anlattığımız hikâyelerle ilgili bir film. Örneğin Tom kendi kişiliğini yeniden şekillendirirken çiftlikte onu tamamen yok ediyor ve kendini bir çiftçi olarak tanımlıyor.
Üzerinde çalıştığınız malzemeye hizmet etmek için imzanız haline gelen tarzınızdan kurtulmak ne oranda zor oldu?
İnsanlar benim yalnızca stili önemsediğimi ve hikâyelerimi bazı estetik fikirleri sergileyebilmek için bahane olarak kullandığımı düşünme eğilimindeler; ya da en azından bazen kendimle ilgili yazılar okuduğumda benim gördüğüm bu. Oysa bu doğru değil. Benim için her şey senaryoya bağlıdır, stili belirleyen de odur. Diğer sinemacılarda en fazla hayranlık duyduğum şey de budur: Senaryonun ihtiyacına uygun yaklaşımı yaratabilme yeteneği. Basitçe söylemek gerekirse Tom Çiftlikte’de tarz takıntılarımı geride bırakıp gerilim yaratmaya odaklandım.
Bu gerilimin ne kadarı cinselliğe dayanıyor?
Farklı insanlara karşı hoşgörüsüzlüğümüzün ve onları anlamayı reddetmemizin genellikle kendi farklı olma korkumuzdan kaynaklandığını söylemek istedim bir bakıma. Dolayısıyla, evet, film homofobinin arkasına saklanmış homoseksüellikten bahsediyor. Daha ziyade insanları hayli hayvani güdülere ve davranışlara başvurmaya zorlayan yalnızlık üzerine. Tom ve Francis iki yaralı hayvan. Film, bir yas sürecine kapılmış iki yalnız yabancının, biri şehirli biri kırsaldan bu iki adamın, çok vahşi yollarla olsa da, birbirlerinin yaralarını nasıl iyileştirmeye çalıştıklarını gösteriyor.
Bu filmde de kariyerinizde daha önce gördüğümüze benzer yapıda ailelere odaklanıyorsunuz; bekâr anneler, orada olmayan babalar… Neden?
Biliyorum. Oyunu izlediğimde ilk önce anne karakterine vurulmuştum aslında; kocasının ve oğlunun ölümlerinden sonra duygusal olarak tükenmiş bir kadın. Yaşadığı sorunlar bana dokundu. Ben de bekâr bir anneyle büyüdüm ve sanırım çektiğim filmlerde onu savunmaya çalışıyorum.